AYETLERDE HZ. DAVUD KISSASI "TALUT'UN CALUT'U ÖLDÜRMESİ"


Herkese merhaba. Kur'an'da adı geçen peygamberlerin kıssalarını ayetleri tefsir metoduyla inceliyoruz. Hz. Davud'un kıssası, Şemuil Peygamber'in kıssasının devamı niteliğindedir. Onu da paylaşacağım inşallah. Haydi başlayalım...
AYETLERDE HZ. DAVUD KISSASI "TALUT'UN CALUT'U ÖLDÜRMESİ"

 

فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَل۪يكُمْ بِنَهَرٍۚ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّ۪يۚ وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّ۪ٓي اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه۪ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ

“Tâlût askerleriyle birlikte ayrılıp sefere çıkınca, “Allah muhakkak sizi bir nehirle imtihan edecek; kim ondan içerse benden değildir, -eliyle bir avuç alan müstesna- ondan tatmayan da bendendir” dedi. İçlerinden pek azı dışındakiler ondan içtiler. Kendisi ve onunla beraber inananlar nehri geçince “Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı bizim gücümüz yok” dediler. Allah’a kavuşacaklarını umanlar ise, “Nice az birlik vardır ki, Allah’ın izniyle sayıca çok birliği yenmişlerdir, Allah sabredenlerle beraberdir” dediler.” (Bakara, 249) Yani Tâlût, askerleriyle Beytülmakdis'ten ayrıldıktan sonra... Rivâyete göre Tâlût, kavmine şöyle demiş.

"- Bir bina inşasına başlayıp da henüz onu tamamlamayanlar, ticâretle iştigal edenler, bir kadınla evlenip de henüz zifaf olmayanlar benimle savaşa gelmesinler. Yalnız morali yerinde, gayretli, çalışkan ve bir işle meşgul olmayan gençler benimle gelsin!"

Onun bu çağrısı üzerine seçkin askerlerden seksen bin kişi toplandı. Senenin en sıcak günleri idi. Askerler, çölleri geçerken, Allah'ın (c.c) onlar için bir ırmak akıtmasını istediler (Belki de bu, o bölgede bulunan bir ırmağın üzerinden geçmek istemelerinin mecazî bir ifadesidir). Allah'ın emri Peygamberleri (a.s) tarafından Tâlût'a bildirilince dedi ki:

"- Şüphesiz Allah sizi bir nehirle sınıyor. Artık kim suyu yerinden ağzıyla içerse, o benim topluluğumdan, benim taraftarlarımdan, benimle beraber olanlardan değildir; kim ondan tatmazsa, işte o hakikaten bendendir. Yalnız suyu elleriyle avuçlayarak alanlar müstesna." Bu istisna, birinci cümleye râci iken, ikinci cümleden sonra getirilmesi, ikinci cümlenin önemine binaen hemen zikredildiği içindir. Yani suyu elleriyle avuçlayarak alıp içmelerine izin verilmiş; suyu ağızlarıyla yerinden içmeleri yasaklanmıştır.

Rivâyete göre, suyu avuçlayarak alanların aldıkları su, içmelerine, diğer ihtiyaçlarına ve hayvanlarına da kifayet etti. Ağızlarını suya dayayıp içenlerin dudakları karardı ve hararetleri kat kat arttı.

"İçlerinden pek azı müstesna hepsi ondan içtiler." Yani onlar, bir ırmakla sınandılar ve pek azı müstesna, hepsi ağızlarıyla suyu yerinden yudumlayarak içtiler.

"O ve onun beraberinde bulunanlar nehri geçtiklerinde şöyle dediler: "Bugün bizim Câlût'a ve onun askerine karsı hiçbir gücümüz yoktur "  Bazı mü'minler, Câlût'un askerlerinin çokluğunu ve onların savaş gücünü gördüklerinde bunu söylemişlerdi. Rivâyet olunuyor ki, Câlût'un ordusu tam teçhizatlı yüz bin savaşçıdan oluşuyordu.

"Allah'a kavuşacaklarına inananlar ise şunları söylediler: "Nice sayıca az birlikler Allah'ın izniyle sayıca çok birlikleri yenmiştir. Allah, Sabredenlerle beraberdir." Bunlar, âhiret günü yeniden diriltilerek Allah'a (c.c) kavuşacaklarına yakînen imân eden ve Allah (c.c) yolunda savaşın mükâfatını bekleyen hâlis mü'minlerdi.

Yalnız o yakînî imân ile inananları bu şekilde vasıflandırmak, diğerlerinin de mü'min olmalarıyla çelişmez. Çünkü mü'minlerin, yakîn imân ile hayırlı amellerin mükâfatını beklemek konusunda dereceleri değişiktir. Yahut Allah'a kavuşacaklarına imân edenlerden murad, yakında şehit düşüp de Allah'a kavuşacaklarına inananlar demektir.

Hulâsa,  nice sayıca az topluluklar, sayıları kendilerinden kat kat fazla toplulukları Allah'ın (c.c) hükmü ve müyesser kılmasıyla yenilgiye uğratmıştır. Çünkü bütün işler, Yüce Allah'ın iradesine göre sonuçlanır. Bu itibârla Yüce Allah'ın yardımına mazhar olanlar, sayıları ve imkânları az da olsa, zelil olmazlar; Yüce Allah'ın yardımından mahrum kalanlar ise, sayıları ve imkânları fazla da olsa azîz olmazlar, galip gelemezler.

Emre uyanların emre uymayanlara verdikleri cevapta önemli bir nükteye işaret edilmiştir. Şöyle ki: Emre uymayanların "karşı koyacak gücümüz yok" demelerine karşılık "nice az birlikler, çok birliklere karşı koyabilmişlerdir" değil de "nice sayıca az birlikler sayıca çok birlikleri yenmiştir" ifâdesi tercih edilmiştir. Bu, emre uymayanların iddialarını daha kuvvetlice reddetmek ve gönüllerini teskin etmek içindir. Bu cevap, o mü'minlerin, Allah'ın (c.c) yardım ve tevfikine sonsuz güvenlerinden kaynaklanmıştır. Bunun, Allah'a (c.c) kavuşacaklarına yakînen imân etmekle alâkası olmadığı gibi, şehit düşeceğini kesin olarak bilmekle de alâkası yoktur. Çünkü şehit düşeceğini bilmek, galip gelmekten umudu kesmeye de sebep olabilir. Yine bunun, Allah'ın vereceği mükâfatı beklemekle de ilgisi yoktur. Ve şüphesiz bu makamda zikredilen şey, hükmün sebebi ve en azından ona uygun bir vasıf olmalıdır. Bu itibârla belki de burada Allah'a (c.c) kavuşmaktan maksat, O'nun nusret ve inayetine kavuşmaktır. Bu şekilde ifâde edilmesi ise, mübalağa içindir. Nitekim âyetin sonunda da "Allah sabredenlerle beraberdir." cümlesinden kastedilen mânâ da, Allah (c.c)’ın, sabredenlere kesin nusret ve tevfikidir.

Kısaca ifâde etmek gerekirse Peygamberleri veya tâbut veya sekine vasıtasıyla Azîz Allah'ın nusretine kavuşacaklarına inananlar şöyle demişlerdir: "Nice az sayıda mü'min, çok sayıdaki kâfiri Yüce Allah'ın izniyle yenmiştir. O hâlde biz de, Câlût ve ordusunu yeneceğiz."

وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِ غْ عَلَيْنَا صَبْراً وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ

“Câlût ve askerlerinin karşısına çıkınca da “Rabbimiz! Bizi sabırla donat, bize sebat ver ve inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!” diye niyazda bulundular.” (Bakara, 250) Tâlût ve beraberindeki mü'minler, savaş meydanında Câlût ve askerleriyle savaşmak üzere savaş düzenine geçerek onlarla karşı karşıya gelip onların sayılarını ve imkânlarını görünce ve onlara güçleri yetmeyeceğine kanaat getirince, o maneviyatı düşük birinci fırka da, yüksek imân ehli ikinci fırkanın cesaret vermesiyle ruhen güçlendiler ve hepsi birlikte Allah'a yalvararak O'ndan şöyle yardım dilediler: "Ey Rabbimiz! Sen bizim üzerimize sabır yağdır; savaşın güçlüklerine katlanmak, zor şartlarını göğüslemek için Sen bize bol sabır ihsan eyle!"

Bu duada, yaratıkları kemâle erdirme anlamını taşıyan "Rabb" unvanını vesile yapmaları (Ey Rabbimiz! demeleri), çokluk bildiren ifrağ (yağdırma) fiilinin tercih edilmesi ve sabır kelimesinin büyüklük belirten şekliyle nekre (elif lâmsız) olarak kullanılması, apaçık bir mükemmeliyet ifadesidir.

"Savaşın kaygan zeminlerinde ayaklarımızı sabit eyle; çarpışma anlarında bize kuvvet, kararlılık ver; mukavemet gücümüzü sağlamlaştır, kaydırma, sarsma ya Rab!"

"Kâfirler kavmine karsı bizi mansur ve muzaffer eyle." "Onları kahreylemek ve hezimete uğratmak suretiyle bizi muzaffer eyle ya Rab!" Burada Câlût ve ordusu yerine kâfirler denmiş olması, ilâhî yardımın illet ve sebebini bildirmek içindir.

Bu mü'minler, dualarında güzel bir tertibe riâyet etmişler önce sabırlı ve kararlı, sonra sabit kadem olmayı; nihayet nusret ve zafere ulaşmayı dilemişlerdir.

فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ

“Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler, Dâvûd da Câlût’u öldürdü ve Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi, ona dilediği şeyleri öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile diğer kısmını engellemesi olmasaydı yeryüzünde düzen bozulurdu. Fakat Allah’ın âlemler için büyük lütufları vardır.” (Bakara, 251) "Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar." Duaları Allah (c.c) katında müstecab oldu ve onlar Allah'ın yardım ve inâyetiyle kısa bir zaman içinde Câlût'un ordusunu hezimete uğrattılar.

"Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar" ifâdesinin tercih edilmesi, onların, "Nice sayıca az birlikler, Allah'ın izniyle sayıca çok birlikleri yenmiştir" mealindeki sözlerini muhafaza içindir.

Hz. Davud’un nesebi Yahuda b. Yakub b. İshak b. İbrahim’e dayanır. Davud'un babası İşâ da altı oğlu ile beraber Tâlût'un ordusunda bulunuyordu. Dâvud onun yedinci oğlu idi; o zaman Dâvud henüz küçük olup koyun çobanlığı yapıyordu. Bu sırada Allah İsrâiloğullarının Peygamberine vahiyle Câlût'u öldürecek kişinin Dâvud olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Tâlût, Davud'u babasından istedi. Dâvud, Tâlût'un yanına gelirken yolda üç tane taşın yanından geçerken her biri, Allah'ın (c.c) emriyle dile gelerek: "Beni al; benimle Câlût'u öldüreceksin!" dedi. Dâvud da, onları alıp torbasına koydu.

Bir rivâyete göre de, savaşta Davud'un babası, düşman karşısındaki saflarda bulunan çocuklarından uzunca bir zaman haber alamayınca, onlardan bir haber getirmek için Davud'u gönderdi. Dâvud onların yanına geldiğinde onlar çarpışma hâlinde bulunuyorlardı ve o sırada Câlût savaş meydanında teke tek dövüşmek için er istiyordu; kimse de karşısına çıkamıyordu. Câlût o kadar uzun boylu idi ki, gölgesi bir mildir, denirdi, işte o sırada Dâvud onlara:

"Yahu, içinizde şu sünnetsize karşı çıkacak kimse yok mu?" deyip onun karşısına çıkmak istedi; fakat kardeşleri ona engel oldular. Bunun üzerine Dâvud, kardeşlerinin bulunmadığı bir cepheye geçti. O sırada Tâlût da, onun yanından geçiyordu ve askerleri savaşmaya teşvik ediyordu. Dâvud, ona; "Şu sünnetsizi öldürecek kimseye ne ödül vereceksiniz?" dedi. Tâlût da: "Onu kızımla evlendireceğim ve ülkemin yarısını da ona vereceğim" dedi. O zaman Dâvud, Câlût'un karşısına çıktı ve yanında taşıdığı tasları sapanla ona attı. Taşlar, Câlût'un göğsünü deldi geçti ve arkasında bulunan çok sayıda askeri de öldürdü. Savaştan sonra Tâlût, Davud'a verdiği sözü yerine getirdi.

Bir rivâyete göre de, Tâlût, Davud'u kıskandı ve onu ülkesinden çıkardı; sonra da yaptığına pişman oldu ve onu aramaya çıktı; sonunda da öldürüldü. Davud'a da hükümdarlık ve peygamberlik verildi.

"Allah da ona mülk ve hikmet verdi ve dilediği şeyleri ona öğretti." Allah da Davud'a mukaddes toprakların hem doğusunu, hem batısını kapsayacak şekilde İsrailoğullarının hükümdarlığını verdi ve onu Peygamber yaptı. Dâvud'dan önce hükümdarlık ve peygamberlik bir şahısta hiç toplanmamıştı; ilk kez bu, Davud'a nasip oldu. Ondan önce hükümdar İlk ve Peygamberlik İsrailoğullarının ayrı sıbtlarında idi. Yine Dâvud'dan (a.s) önce İsrailoğulları bir hükümdarda hiç ittifak etmemişlerdi.

Allah (c.c), Davud'a (a.s) kendi dilediği ilimlerden öğretti. Bazılarının dediği gibi Davud'un (a.s) dilediği ilimlerden değil.. Çünkü Allah'ın (c.c) ona öğrettiklerinin çoğu, neredeyse hiç kimsenin aklına gelmeyen bilgilerdi. Demiri yumuşatıp zırh yapmak, kuşların ve hayvanların seslerinin mânâlarını anlamak ve benzeri sırlar gibi. "Eğer Allah, insanlardan bazılarını bazılarıyla def etmemiş olsaydı yeryüzünü fesat götürürdü."

Eğer anlatılan kıssada veya diğer misallerde olduğu gibi, yeryüzünde şer ve fesat çıkarmaya girişen insanlar, Allah'ın buyruğu gereği hak ehlinin elleriyle bertaraf edilmemiş olsaydı, tarım yapılmaz, nesiller yetiştirilmez ve yeryüzü imar ve ıslah edilmezdi.

Bir görüşe göre de, yani eğer Allah (c.c), Müslümanları kâfirlere karşı muzaffer kılmasaydı, kâfirlerin Müslümanları öldürmeleriyle yeryüzü tamamen fesada uğrardı. Yahut eğer Allah'ın (c.c) kâfirleri Müslümanlar vâsıtasıyla savmamış olsaydı, küfür yeryüzünü tamamen kaplar ve bütün insanlığa ilâhî azap inerdi; sonunda da yeryüzü sakinleri helake uğrardı.

"Fakat Allah âlemler üzerinde fadl (lütuf ve ihsan) sahibidir." Allah'ın (c.c) bütün âlemlere lütfu o kadar büyüktür ki, sınırlarını tasavvur etmek bile mümkün değildir. Yani Allah'ın bir kısım insanları diğerleriyle savması, Kendisine vâcib değildir; bu O'nun lütfudur ve O'nun lütfu bundan ibaret de değildir; fakat bu, Allah'ın (c.c) sayısız lütuflarından yalnız bir tanesidir. Bu cümle ile âdeta şöyle deniyor:

Ancak Allah (c.c), bir kısım insanları diğerleriyle savmaktadır; bundan dolayı da yeryüzünün düzeni bozulmamakta, bunun sayesinde âlemin nizamı sağlanmakta ve ümmetlerin ahvâli de maslahata uygun olarak sürüp gitmektedir.

Tepkileriniz Nedir?

like
5
dislike
0
love
0
funny
0
angry
0
sad
1
wow
0

Bir Yorum Yaz