HZ. DAVUD VE HZ. SÜLEYMAN’IN HİKMETLERİ
Hz. Davud kıssasının son konusudur. Aynı zamanda Hz. Süleyman kıssasının başlangıcına götürür. Haydi inceleyelim hikmetler nelermiş...
Rivayete göre bir defasında birkaç aileye ait koyunlar başlarında çoban olmadığı için komşuların tarlasına girerek ekinleri yemiş veya üzümleri talan etmişler ve salkımlar yerlere eğilmiş. Her iki tarafta Hz. Davud’un huzuruna gelip konuyla ilgili hüküm vermesini istemiş. Davud (a.s) ceza olarak koyunların, tarlası veya bahçesi zarar gören insanlara verilmesine hükmetmiş. Ama koyunlar hasarı karşılayacak kadar değilmiş. Bu insanlar dışarı çıkarken henüz on bir yaşında bir çocuk olan Süleyman’la kapıda karşılaşmışlar. Süleyman (a.s) “Babam ne hüküm verdi?” diye sormuş. Onlar da olup biteni anlatmışlar. Süleyman “Bu hüküm iki tarafı da tatmin etmez. Eğer bu iş bana havale edilseydi başkaca hüküm verirdim” demiş. Onun bu sözü Hz. Davud’un kulağına gidince onu çağırtmış ve “Oğlum eper seni hakim tayin etselerdi ne hüküm verirdin?” diye sormuş. Süleyman (a.s) şu cevabı vermiş: “Koyunları tarla sahiplerine ver; sütünü sağsınlar, yünlerinden faydalansınlar ve yavrularını çoğaltsınlar. Tarlayı da koyun sahiplerine ver; bir yıl sonra tarla eski haline gelinceye kadar mamur hale getirsinler. O zaman koyunları sahiplerine, tarlayı da sahiplerine iade et.” Davud (a.s) “Senin hükmün doğrudur, bende aynı hükmü veriyorum” demiş.
وَدَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ اِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ اِذْ نَفَشَتْ ف۪يهِ غَنَمُ الْقَوْمِۚ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِد۪ينَۙ
“Dâvûd’u ve Süleyman’ı da an. Bir zamanlar, (zarar görmüş) bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir topluluğun koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz de onların hükmüne tanık idik.” (Enbiya, 78) Bu ayetin izahı ile alakalı açıklama, yukarıda verdiğimiz şekildedir. Bu rivayet Abdullah b. Abbas’tan alınmıştır.
فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمٰنَۚ وَكُلاًّ اٰتَيْنَا حُكْماً وَعِلْماًۘ وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُ۫دَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَۜ وَكُنَّا فَاعِل۪ينَ
“Süleyman’ın dava konusunu iyi anlamasını sağladık. Her birine de hükmetme yeteneği ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvûd’un buyruğu altına soktuk. Bunları yapan bizdik.” (Enbiya, 79) Teyidimizle ilim ve hikmete uygun olarak her birinin hüküm vermesi ve ictihad işinin sağlıklı gerçekleşmesi için her iki peygambere de hüküm ve ilim verdik. Her ikisinin hükmü de şer'î bir hükümdür. İşte bu müctehidin, müctehid olarak hata edebileceğini gösterir. Her ikisinin vermiş olduğu karar, ictihadladır. İçtihad ise, müctehidin şer'î bir hüküm hakkında kendisinde bir kanaat meydana gelmesi için olanca ilmî ve fikrî gayretini göstermesidir. Bu da peygamberler için caizdir. Ancak onlar hatada karar kılmazlar, hatada devam etmezler. Hadis-i Şerifte: ”Hâkim, hükmettiği zaman ictihad eder ve içtihadında isabet ederse, ona iki ecir vardır. Hükmettiği zaman ictihad eder ve fakat içtihadında hata ederse ona da bir ecir vardır." buyrulmuştur.
Bil ki, bu âyette müctehidin hata yapabileceğine ya da isabet edebileceğine, aynı zamanda içtihadı meselelerde hakkın bir olduğuna delil vardır. Çünkü her ictihad, doğru ve hak olsaydı, bu iki peygamberden her biri hakka isabet etmiş, onu anlamış olacak ve özel olarak anmak suretiyle Süleyman'ı belirtmeye gerek kalmayacaktı.
Dağları ve kuşları Davud'un emrine verdik. Onunla beraber tesbih ediyorlardı. Ses yankısı değil, orada bulunanların, tesbihlerini duyacakları şekilde, tesbih etmeleri idi. Çünkü yankı herkesin sesi için geçerlidir.
"Dağları ve kuşları, emrine verdik." Burada dağların kuşlara takdim edilmesinin sebebi, dağların emrine verilmesinin ve tesbihlerinin daha hayret verici, kudreti ilâhiyyeyi daha açık olarak gösterici, i'câzâ da daha çok elverişli olduğundan dolayıdır. Çünkü o bir cansız varlık, kuşlar ise canlıdır.
Bunları yapan Biz’dik. Size göre her ne kadar hayret verici olsa da bunu yapmaya gücü yeten Biz’dik.
Rivayet edilir ki, Hazret-i Davud (aleyhisselâm), tesbih ederek dağların yanından geçerken, tesbihte daha canlı olması ve şevkle yapması için Allah'u teâlâ dağların ve kuşların tesbihlerini ona işittirdi.
İbni Abbas der ki: İsrailoğulları; Hz. Davud (a.s) Peygamber olarak gönderilmeden önce dağılmışlar ve şeytanın çalgı âletlerine yönelmişlerdi. Bu âletler: Udlar, tamburlar, kavallar, el zilleri ve bunlara benzer şeylerdi. Yüce Allah, bu arada Hazret-i Davud'u gönderdi. O'na öyle güzel bir ses, nağme ve makamlar ihsan etti ki, Tevrat'ı nağme ve makamla okuyordu. Dolayısıyla İsrailoğullarının dikkatlerini çekiyor, oyun ve eğlence âletlerinden alıkoyuyordu. Onlar da Hazret-i Davud'un yanında toplanırlar, nağme ve makamlarını dinlerlerdi. Hazret-i Davud (a.s), tesbihe başladığı zaman dağlar, kuşlar ve vahşi hayvanlar da onunla beraber tesbih ederlerdi.
Güzel sesler ve ölçülü makamlar, ruhlara nasıl tesir eder ve onları kötülükten iyiliğe nasıl çekerse; çirkin sesler ve ölçülü olmayan nağmeler de ruhlara öyle tesir eder.
وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَكُمْ لِتُحْصِنَكُمْ مِنْ بَأْسِكُمْۚ فَهَلْ اَنْتُمْ شَاكِرُونَ
“Ona sizin için zırh yapmayı öğrettik ki savaş darbelerinden sizi korusun. Artık şükredecek misiniz? (Enbiya, 80) Biz, Davud'a sizin yararınıza olarak düşmanla yapılan savaşın sıkıntılarından sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik. Davud (a.s)'dan önce zırhlar sac halinde yani, enli demir parçaları halindeydi. ”Lebs" aslında zırh olsun, başka şey olsun elbise, giyilen şey demektir. Burada zırh manasınadır. Buradaki mucize, zırhın ateş, örs ve çekiç gibi aletlerden faydalanmaksızın meydana gelmesidir.
Artık siz, bunlara şükrediyor musunuz? Şükrü gerektiren nimetler sabit olmuştur. Bu soru şeklinde varid olan bir emirdir. Yani şükredin, demektir.
Allahü teâlâ, haber veriyor ki, ilk zırhı yapan Hazret-i Davud'dur. Sonra insanlar öğrenmiş ve bu zırh ile elde edilen nimet, kıyamete kadar yaygınlaşmış, dolayısıyla bu nimetten dolayı Allah'a şükretmek, insanlara vacip olmuştur.
Bazıları der ki: ”Buradaki hitap, Hz. Davud'a ve ev halkınadır. Yani, bu nimetlerle kendilerine ihsanda bulunduktan sonra ”artık siz şükrediyor musunuz? ” dedik. Davud (a.s), rızkını, Allah'tan elinin emeğiyle kılmasını istemişti. Allah da ona demiri yumuşattı. Hz. Davud da, demirden zırh yapar, satar ve geçimini bundan temin ederdi. Peygamberler de meslek ve sanatla uğraşırlar, kazançlarını sağlarlardı. Hz. İdris terzi, Hz. Nuh marangoz, Hz. İbrahim bezzaz (yani kumaş satan, manifaturacı), Hz. Davud düğmeci ve Hz. Âdem'de çiftçiydi. Hz. Mûsa, Hz. Şuayb ve Hz. Muhammed (a.s) çoban idiler.
وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ وَكُنَّا بِكُلِّ شَيْءٍ عَالِم۪ينَ
“Süleyman’ın emrine de onun isteğine göre, içinde bereketler yarattığımız yere doğru esmek üzere güçlü rüzgârı verdik. Biz her şeyi biliriz.” (Enbiya, 81) Süleyman'ın emrine de onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere doğru şiddetle esen ve kendisiyle pek kısa bir müddet içinde uzun mesafeler katedilen bir rüzgâr verdik. Gerek rüzgâr ve gerek daha başka şey olsun Hz. Süleyman'ın emrine verilen şeyler, ona tam anlamıyla boyun eğmek, emir ve yasaklarını yerine getirmek yoluyladır. Dağların ve kuşların Hz. Davud'un emrine verilmesi ise, bu yolla değil, aksine ona uymak yoluyladır. Hz. Süleyman'a verilen bu rüzgâr, aslında yumuşak, hoş esen bir rüzgâr idi. Söz konusu rüzgârın bir taraftan yumuşak ve hoş oluşu, diğer taraftan yaptığı iş itibariyle şiddetli oluşu, aynı zamanda Hz. Süleymanm emriyle hareket ederek onun istediği yere esip gitmesi mucize üstüne mucizedir.
Ayette sözü edilen bereketli yer, Şam'dır. Hz. Süleyman'ı sabah vakti Şam'dan yeryüzünün bir tarafına alır götürürdü. Her iki yerin arası, bir aylık yol olan bu mesafeyi, öğle vaktine kadar alırdı. Sonra da öğle vakti, zevalden sonra onu alır, güneşin battığı zaman Şam'a getirmiş olurdu. Nitekim Allah şöyle buyurur: ”Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de, bir aylık yol idi." (Sebe': 12)
Biz her şeyi biliriz. Dolayısıyla her şeyi ilim ve hikmetimizin gerektirdiği şekilde yaparız.
وَمِنَ الشَّيَاط۪ينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَۚ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظ۪ينَۙ
“Şeytanlar (cinler) arasından da onun için dalgıçlık ve daha başka işler yapanlar vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.” (Enbiya, 82) Bu ayetle, "Şeytanlar, Hz. Süleyman (a.s) için denize dalıyor ve mücevherler çıkarıyor; bu işi onlar, çeşitli işlere, zanaatlara, şehirler ve köşkler kurmaya ve hayranlık andıran sanatlar meydana getirmeye kadar götürüyorlardı" manası kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit sabit kazanlardan ne dilerse kendisine yaparlardı" (Sebe, 13) buyurmuştur. Sanatlara gelince, bu, onların hamamları, kireç ocakları, değirmenleri, cam ve sabun yapmalarıdır.
Allahü teâlâ, onlara meleklerden veyahut da cinlerin müminlerinden bir grubu görevlendirmiştir. Onlara, Hz. Süleyman (a.s)'a itaat etmeyi sevdirip Ona muhalefette bulunmaktan sakındırmak suretiyle, onları Hz. Süleyman (a.s)'a müsahhar kılmıştır... İbn Abbas (r.a) şöyle der: Cenâb-ı Hak, "Hz. Süleyman'ın onlar üzerindeki saltanatının devamlı olmasını ve onlar hakkında, istediğini yapmasını murat etmiştir."
Cinlerin Cisim Olup Olmadığı
Cübbaî kendi kendine şu soruyu sorarak şöyle demiştir: "Onların bedenleri, ağır işleri yapmayacak derecede saydam olduğu ve işleri de ancak vesvese vermek olduğu halde, onlar bu işleri nasıl yapabilirler?" Sonra o; bu soruya şu cevabı vermiştir: Cenâb-ı Hak (c.c), onların maddelerini özellikle katılaştırmış, Süleyman (a.s) için bir mucize olsun diye, onlara güç-kuvvet vermiş ve cüsselerini, bedenlerini büyütmüştür.
Süleyman (a.s) ölünce de, Cenâb-ı Hak onları, ilk hallerine tekrar döndürmüştür. Cenâb-ı Hakk onları, şayet bu ikinci halleri üzere bırakıverseydi, bu durum, insanlara karşı bir şüphe olurdu... Şayet, bir kimse peygamber olmadığı halde peygamberlik iddiasında bulunsa ve bu durumu da kendisi için bir delil kılsaydı, tıpkı, peygamberlerin mucizeleri gibi olmuş olurdu, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk onları, yeniden ilk hallerine döndürmüştür.
Fahreddin Razi, Cübbaî'nin bu sözünü şöyle eleştirmiştir:
Sen neden cinlerin cisim olduğunu söyledin? Herhangi bir yerde bulunmayan ve bir yer ile kaim olmayan muhdes bir varlığın bulunması ve cinlerin de bunlardan olması niçin mümkün olmasın? Buna göre şayet sen, "Eğer durum böyle olsaydı, o zaman bu, Cenâb-ı Hakk'ın eşi ve benzeri olurdu" dersen, ben derim ki: Bu tutarsız bir sözdür. Çünkü levazim-i sübutiyyede (ayrılmaz olumlu vasıflardaki) müştereklik, melzumlarda müşterekliğe delâlet etmediği halde levazim-i selbiyye (olumsuz ayrılmaz vasıflar) nasıl delâlet edecek?
Biz cinlerin, cisim olduklarını kabul edelim... Fakat, latif cisimlerde, bu tür zor işleri yapma hususunda bir kudretin meydana gelmiş bulunmuş olması, niçin caiz olmasın? Cübbaî'nin görüşü, bu tür işleri yapabilmek için bünyenin bulunmasının şart olduğu hususuna dayanır. Onun, bu hususta elinde sadece, zayıf bir istikra bulunur. Kabul edelim ki, cinlerin maddelerinin saydamlıktan çıkarılıp katılaştırılması gerekmiş olsun... Ancak ne var ki, daha niçin sen, "Onların, Hz. Süleyman (a.s)'ın ölümünden sonra ilk hallerine döndürülmesinin gerekli olduğunu ileri sürdün? Buna göre şayet o, "Bu iş, bir karışıklığa sebebiyet vermesin diye" derse, biz deriz ki: karışıklık söz konusu değildir. Çünkü peygamber olmadığı halde peygamberliğini iddia eden kimse, bunu kendisinin mucizesi addettiğinde, o zaman iddiaya muhatap olan kimseler şöyle diyebilirler: "Onların bedenlerinin kuvvetli olmasının senden önce yaşamış olan bir peygamberin mucizesi olması niye caiz olmasın ki?" Böyle bir ihtimal varken peygamberlik iddiasında bulunan kimse bununla istidlalde bulunma imkânını elde edemez.
Bil ki, bu alemdeki maddeler, ya kesîf (katı, yoğun) ya da latif (saydam, şeffaf) tırlar. Kesif olanlara gelince, maddelerin en yoğunu, taş ve demirdir. Cenâb-ı Hakk bu ikisini, Hz. Davud (a.s)'ın mucizesi kılmıştır. Böylece taşı konuşturmuş ve demiri de yumuşatmıştır. Bunlardan herbiri tevhîd ve nübüvvete delâlet ettiği gibi, aynı şekilde haşrın sahih olduğuna da delâlet eder. Çünkü, Allah, taşlara hayat vermeye kadir olduğuna göre, çürümüş kemiklere de hayat vermesi niçin akıldan uzak görülebilsin? Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk, Hz. Davud (a.s)'ın parmağının son derece hassas ve dayanıksız olmasına rağmen, onun parmağında ateşe karşı bir kuvvet yaratmaya kadir olduğuna göre, kuru toprağı hayat dolu bir duruma getirmesi, niçin akıldan uzak görülsün?!
Bu alemdeki şeylerin en şeffafı ise, hava ve ateştir. Cenâb-ı Hakk bu ikisini de, Hz. Süleyman (a.s)'ın mucizesi kılmıştır. Havaya gelince bu, "Süleyman'a, şiddetli esen rüzgarı müsahhar kıldık" (Sad, 36) ayetinde anlaşılan husustur. Ateşe gelince, şeytanlar, ateşten yaratılmışlardır. Allahü teâlâ onlarıda, Hz. Süleyman (a.s)'ın emrine amade kılmıştır, Böylece Hz Süleyman (a.s) onlara, suya dalmalarını emrediyordu. Halbuki ateş, suyla söner. Ama bu, onlara hiçbir zarar vermiyordu. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, zıddı zıddından çıkarıp ortaya koymaya kadir olduğunu gösterir.
Doğrusunu en iyi bilen Yüce Allah'tır.