Hz. Musa ve Karun


Karun; Yashar b. Kahes b. Lavi b. Yakup’tur. Yani Hz. Yakup’un torununun torununun oğludur. Hz. Musa ise İmran b. Kahes’in oğlu olduğuna göre, Hz. Musa’nın amcasının oğludur. Tevrat’ta adı “Korah” diye geçmektedir.
Hz. Musa ve Karun

Haydi başlayalım…

اِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسٰى فَبَغٰى عَلَيْهِمْۖ وَاٰتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَٓا اِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُٓوأُ بِالْعُصْبَةِ اُو۬لِي الْقُوَّةِۗ اِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِح۪ينَ

“Kārûn Mûsâ’nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara haksızlık etmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir ekip bile zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: “Sakın şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.” (Kasas, 76) Rivâyet olunuyor ki, Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarını denizden geçirdikten sonra Hz. Hârun'a peygamberlik, imamlık ve kurban vazifeleri verilince, Kârûn bundan alındı ve onu kıskandı. O zaman Hz. Mûsa'ya dedi ki: "Sen bana bir mucize göstermedikçe ben seni tasdik etmem." Bunun üzerine Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları reislerine, birer âsâ getirmelerini emretti ve getirilen asaları toplayıp içinde kendisine vahyin geldiği kubbe çadırın içine koydu. Onlar da, geceleri asalarının nöbetini tutuyorlardı. Nihayet sabah olunca, baktılar ki, Harun'un âsâsı, yemyeşil yapraklar vermiş sallanıyor. Bunu göre Kârûn: "Mûsâ, ne de acayip sihirler yapıyorsun!" dedi. İşte "Fakat onlara karşı azmıştı, haksızlık etmekteydi" kelâmı bunu anlatmaktadır. Yani Kârûn, İsrâiloğullarından üstün olmak, onların, kendi emrinde olmalarını istedi. Yahut onlara zulmetti, demektir.

Bir görüşe göre, Karun'un onlara zulmetmesi, Fir’avun, kendisini İsrâiloğullarına kral tayin ettiği zaman olmuştu. Diğer bir görüşe ise, yani Kârûn, İsrâiloğullarını kıskandı, demektir. Bu kıskançlığı da, Hz. Mûsâ ile Hârun hakkında zikredilen kıskançlığıdır.

"Biz de kendisine öyle hazîneler vermiştik ki, gerçekten, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.” Yani biz, kendisine o kadar servet vermiştik ki, mallarını içinde sakladığı sandıkların anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Diğer bir görüşe göre ise, yani onun hazinelerini güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı, demektir.

"Hani kavmi kendisine şöyle demişti: "Şımarma; çünkü şüphe yok ki, Allah, şımarıkları sevmez." Dünyada aşırı sevinç ve şımarma, mutlak olarak kötüdür. Çünkü bu hal, dünya sevgisinin, dünyaya razı olmanın ve dünyanın geçici olduğundan gafil olmanın neticesidir. Zira dünya lezzetlerinin geçici olduğunu bilmek, düşünmek, ister istemez üzüntüyü mucip olur.

Bu konuda yasak, ilâhî muhabbete engel olmakla gerekçelendirilerek: "Çünkü şüphe yok ki, Allah, şımarıkları sevmez" denilmiştir. Yani Allah (c.c) dünyanın süslü varlıklarıyla şımaranları asla sevmez.

وَابْتَغِ ف۪يمَٓا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَاَحْسِنْ كَمَٓا اَحْسَنَ اللّٰهُ اِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْاَرْضِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِد۪ينَ

“Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 77) Yani Allah'ın sana verdiği zenginliği âhiret mükâfatına vesile olacak hayır işlerinde harca; fakat dünyadan nasibini de tamamen unutma; sana verilen dünyalık ile âhiretini kazanmaya çalış ve sana yetecek kadarını da kendine bırak ve Allah’ın (c.c) sana nimetler bahsettiği gibi, sen de Allah’ın kullarına iyilik et. Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah'ın (c.c), o nimetlerle sana ihsan ettiği gibi, sen de şükür ve itaat ile ihsanda bulun.

"Yeryüzünde bozgunculuk da yapma; çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” Bu kelâm da, Karun'u içinde, bulunduğu zulüm ve şımarmadan men' etmek içindir. Allah'ın (c.c) bozguncuları sevmemesi, onların kötü fiillerinden dolayıdır, (yoksa insan olarak değil...)

قَالَ اِنَّـمَٓا اُو۫ت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْد۪يۜ اَوَلَمْ يَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَهْلَكَ مِنْ قَبْلِه۪ مِنَ الْقُرُونِ مَنْ هُوَ اَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَاَكْثَرُ جَمْعاًۜ وَلَا يُسْـَٔلُ عَنْ ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ

Kārûn, “Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim” diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti. Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz!” (Kasas, 78) Kavminin, Karun'a: "Allah’ın sana ihsan ettiği gibi..." şeklindeki sözleri, Kârûn' da bir sebep ve liyâkat olmaksızın, Allah'ın (c.c) o malları ve hazineleri kendisine bahşettiğini bildirdiği için, sanki Kârûn, bu sözleriyle onların nasihat mahiyetindeki sözlerini reddetmek istemektedir. Yani ben, bilgim sayesinde insanlardan üstün kılındım; mal ve şöhret ile onlardan üstün kılınmayı hak ettim. Karun'un, bilgiden kastettiği Tevrat bilgisidir. Zira Kârûn, onlardan Tevrat'ı en iyi bilen idi. Diğer bir görüşe göre ise, bu bilgiden kasıt, kimya bilgisi idi. Bir diğer görüşe göre ise, marangozluk, ticaret ve diğer kazanç yollarıyla ilgili bilgilerdir. Başka bir görüşe göre ise, hazinelerin ve definelerin bilgisi idi.

"O bilmiyor muydu ki, Allah, kendisinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, taraftarı ondan daha çok olan kimseleri helâk etmiştir." Kârûn, Tevrat'ta okuyarak, Hz. Mûsa'dan öğrenerek ve tarih hafızlarından dinleyerek hakikatleri bildiği halde kuvvet ve malıyla gurura kapılmasından dolayı, Allah (c.c), bu kelâm ile onu kınamakta ve bu halinin, taaccübü mucip olduğunu bildirmektedir. Yani Kârûn, Tevrat'ı okumadı mı ve Allah'ın (c.c), kendisi gibi eski nesilleri ne yaptığını bilmiyor mu ki, onların gurur vesilesi yaptıkları dünyalıktan gurur vesilesi yapmaktadır! Yahut bu kelâm, Karun'un bilgi iddiasını ve onun sayesinde üstün olmak iddiasını reddetmekte ve onda böyle bir bilgi olmadığım ifâde etmektedir. Yani kendisi, iddia ettiğini bildi de, bunu niçin bilmedi ve kendi nefsini tehlikelerden korumadı?

"Günahkârlardan günahları sorulmaz." Yani bilgi edinmek için günahkârlara günahları sorulmaz; fakat ansızın azaba uğratılırlar. Kârûn, kendisinden daha güçlü ve daha zengin olanların helâk edilmelerinin belirtilmesiyle tehdit edilince, bunu tekid için de Allah beyan ediyor ki, bu durum, o helâk edilen kavimlere mahsus değildir; fakat Allah (c.c), bütün günahkârların günahlarının cezasını mutlaka verecektir.

فَخَرَجَ عَلٰى قَوْمِه۪ ف۪ي ز۪ينَتِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يُر۪يدُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا يَا لَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَٓا اُو۫تِيَ قَارُونُۙ اِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظ۪يمٍ

“Kārûn gösterişli bir şekilde kavminin karşısına çıkardı. Dünya hayatını arzulayanlar, “Keşke Kārûn’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Doğrusu o çok şanslı!” derlerdi.” (Kasas, 79) Deniliyor ki, Kârûn, alaca bir katırın sırtında, kızıl kadifeden bir aba giymiş, katırın sırtında bir altın eğer olduğu halde ve kendisi gibi tek tip kıyafet giymiş dört bin kişilik maiyetiyle kavminin karşısına çıktı.

Diğer bir görüşe göre ise, kendilerinin sırtında da, atlarının sırtında da atlas kumaşlar olduğu halde ve ziynetli ve üstlerinde atlas kumaşlar bulunan üç yüz beyaz köle sağında ve öylece üç yüz beyaz cariye de solunda bulunduğu halde kavminin karşısına çıktı. Bir diğer görüşe göre ise, safranla boyanmış kumaşlar giymiş doksan bin kişilik maiyetiyle kavminin huzuruna çıktı.

"Dünya hayatını arzu edenler: "Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Çünkü hiç şüphesiz o, pek büyük bir nasip sahibidir" demişlerdi." Bunu söyleyenler, mü’minler olup bunu beşer cibilliyetinin gereği olarak söylemişlerdir ki, cibilliyet itibarıyla her insan dünyada bolluk ve kolaylık ister. Katâde'den rivâyet olunduğuna göre ise, onlar bu servet ve imkânı, Allah (c.c) yolunda kullanmak ve hayra harcamak için temenni etmişlerdi. Diğer bir görüşe göre ise, bunu söyleyenler, kâfir bir kavim idi.

وَقَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللّٰهِ خَيْرٌ لِمَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاًۚ وَلَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الصَّابِرُونَ

“Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle derlerdi: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlar için Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” (Kasas, 80) Yani kendilerine, dünya ve âhiret ahvali ile ilgili ilimler lâyıkıyla verilmiş olanların, Allah'ın (c.c) vereceği mükâfat ile yetinmeyerek böyle bir temennide bulunmaları kendilerine yaraşmaz.

Bu bahtiyar mü’minlerin, bu şekilde vasıflandırılıp âhireti istemekle vasıflandırılmamaları (âhiret mükâfatını isteyenler, denilmemesi), şu gerçeğe dikkat çekmek içindir: iki cihan ahvalini lâyıkıyla bilmek, dünyaya itibar etmeyip âhirete yönelmeyi kesin olarak gerektirmektedir ve Karun'un imkânlarını temenni edenlerin temennisi, ancak, iki cihan ahvalini lâyıkıyla bilmemelerinden kaynaklanıyordu.

"O nimete de ancak sabredenler kavuşturulur.” Yani bu âlimlerin konuştukları kelimeye yahut mükâfata yahut cennete yahut îman ile sâlih amele ancak şehvetlerin terkinde ve itaatte sabredenler kavuşturulur. Süddî bu ifadeyi, kendilerine ilim verilenlerin sözlerinden saymıştır.

Taberi ise bu ifadenin, kendilerine ilim verilenlere ait olmadığına işaretle: "Yazıklar olsun size, iman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." sözünü ancak sabreden kimseler söyleyebilir." demiştir. Âyette zikredilen "sabredenler"den maksat, dünya hayatının cazibesine karşı sabredenler ve Allah katındaki sevabı dünya lezzetlerine tercih edenlerdir.

فَخَسَفْنَا بِه۪ وَبِدَارِهِ الْاَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِۗ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِر۪ينَ

“Sonunda biz onu ve evini barkını yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi.” (Kasas, 81) Rivâyet olunuyor ki, Kârûn, Hz. Mûsa'ya her zaman eza veriyordu, Hz. Mûsâ ise, akrabası olduğu için onu idare ediyordu. Nihayet zekât emri nâzil olunca, Hz. Mûsâ, servetinin binde birini zekât vermesi takdirinde kendisiyle sulh olacağını ona anlattı. Kârûn, bunu hesaplayınca çok gördü. Bunun üzerine Hz. Mûsa'ya bir komplo hazırlayıp onu İsrailoğulları arasında rezil-rüsva etmek istedi. Bunun için de Isrâiloğullarından bir ahlaksız kadına bin altın bir rivâyete göre ise bir leğen dolusu altın teklif etti. Nihayet bir bayram günü Hz. Mûsâ, ayağa kalkıp bir hutbe okudu ve hutbesinde dedi ki: "Kim hırsızlık yaparsa, elini keseriz. Kim de bekâr olarak zina ederse, ona sopa vururuz; kim de evli olarak zina ederse, onu taşlayarak öldürürüz." O zaman Kârûn: "Sen de mi olsan?" dedi. Hz. Mûsâ da: "Evet, ben de olsam!" dedi. Kârûn: "İsrâiloğullarının iddiasına göre, sen, filanca kadınla zina etmişsin!" dedi. Bunun üzerine o kadın huzura getirildi. Hz. Mûsâ, doğruyu söylemesi için o kadına yemin verdi. Kadın da dedi ki: "Kendi nefsinde sana iftira etmek için Kârûn, bana rüşvet teklif etti." o zaman Hz. Mûsâ, Rabbine secdeye kapanıp ağlamaya başladı ve dedi ki: "Rabbim! Eğer ben Senin peygamberin isem, benim hatırım için gazap eyle!" bunun üzerine Allah "Dilediğini yere emret; yer, senin emrine uyacaktır" diye Hz. Mûsa'ya vahiy buyurdu. O zaman Hz. Mûsâ da dedi ki. "Ey İsrâiloğulları! Allah (c.c), Firavun'a gönderdiği gibi Karun'a da göndermiştir. Şimdi, Kârûn ile beraber olanlar, onun yanında yerlerini alsınlar; benimle beraber olanlar da, ondan uzak dursunlar" Bunun üzerine iki şahıs dışında bütün İsrâiloğulları, Karun'dan uzaklaştılar. Sonra Hz. Mûsâ: "Ey yer! Onları yakala!" dedi. Yer, onları dizlerine kadar içine çekti. Sonra Hz. Mûsâ, tekrar yere: "Onları yakala!" dedi. Bu sefer yer, onları göbeklerine kadar kendine çekti. Sonra Hz. Mûsâ yine: "Onları yakala!" dedi. Bu sefer onları boğazlarına kadar içine çekti. Bu sırada onlar, Hz. Mûsa'ya: "Allah aşkına akrabalık hakkı için!" diye yalvarıyorlardı. Hz. Mûsâ ise, şiddetli öfkesinden dolayı onlara hiç bakmıyordu. Sonra Hz. Mûsâ, tekrar yere: "Onları yakala!" dedi. O zaman yer, onların üstüne tamamen kapandı. Bu sırada İsrâiloğullarından bazıları, kendi aralarında: "Mûsâ, Karun'un konakları, hazineleri yalnız kendisine kalsın diye ona böyle beddua etti!" diye fısıldaşıyorlardı. O zaman Hz. Mûsâ, Allah'a duâ etti; nihayet Karun'un konakları ve bütün malları da yerin dibine battı.

"Artık Allah'tan başka kendisine yardım edecek hiçbir güruh yoktur; kendisi de, kendisini savunanlardan olmamıştır.” Yani artık Allah'tan (c.c) başka kendisine yardım edip azabı ondan uzaklaştıracak şefkatli bir cemaati yoktur; kendisi de hiçbir şekilde kendisini savunanlardan olmamıştır.

وَاَصْبَحَ الَّذ۪ينَ تَمَنَّوْا مَكَانَهُ بِالْاَمْسِ يَقُولُونَ وَيْكَاَنَّ اللّٰهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُۚ لَوْلَٓا اَنْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا لَخَسَفَ بِنَاۜ وَيْكَاَنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ۟

“Daha dün Karun’un yerinde olmayı isteyenler bu defa, “Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkârcılar iflâh olmazmış!” der oldular.” (Kasas, 82) Yani yakın bir zamanda Karun'un yerinde olmayı temenni etmiş olanlar, pişmanlıklarını ifâde etmek konusunda şöyle demeye başlamışlardı: Allah, gerçekten rızkı genişletmeyi de, kısmayı da sırf iradesiyle gerçekleştirmektedir; yoksa genişletmeyi gerektiren bir keramet için ve kısmayı gerektiren bir tembellik için değil. (Yani bunlar, zahirî sebep ise de, neticeyi gerçekleştiren ilâhî iradedir.) Ve eğer Allah (c.c) bize lütfetmeyip temenni ettiğimizi Karun'a verdiği gibi, bize de vermiş olsaydı, onu yerin dibine batırdığı gibi, bizi de yerin dibine batırırdı. Vay demek ki, Allah'ın nimetini inkâr edenler yahut peygamberlerini ve onların vaad ettikleri âhiret mükâfatını yalanlayanlar gerçekten iflah olmazmış! Hulâsa,  onlar, intibaha gelip o temennide bulunmakla işledikleri hatayı anlamışlar ve pişmanlık duymuşlardı.

Allah’a emanet olun.

Tepkileriniz Nedir?

like
8
dislike
0
love
6
funny
0
angry
0
sad
0
wow
0

Bir Yorum Yaz